.
Bir önceki yazımızda, Hemlin’in özellikle İngiltere örneği üzerinden yaptığı tespitten söz etmiştik: Yabancı devletler için Osmanlı coğrafyasında “din hürriyeti” kavramı, yalnızca bir inanç meselesi değil; doğrudan politik baskı ve nüfuz aracı olarak kullanılan güçlü bir unsurdu. Bu anlayış, 19. yüzyılın siyasi atmosferinde Osmanlı Devleti üzerinde sürekli bir dış müdahale kapısı açmıştı.
Avrupa devletlerinin bu tutumunu en açık biçimde Kudüs’teki kutsal mekânlar üzerindeki çekişmelerde görmek mümkündür. Özellikle Fransa başta olmak üzere Katolik ülkeler, bu topraklarda kendilerine ait saydıkları mekânların korunması ve kullanımı konusunda sürekli hak iddia etmişlerdir. Tarihin biraz gerisine gittiğimizde, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kudüs’ün fethiyle birlikte burada bulunan kutsal yerlerin bakım ve kullanım hakkının Katolik dünyasının temsilcisi olan Fransızlara verildiğini görürüz.
Ancak zamanla Osmanlı Devleti, beklediği desteği Katolik dünyasından göremedi. Bu nedenle, “Makam-ı Mukaddese” olarak bilinen kutsal yerlerin bakım ve kullanım hakkını bu defa Ortodoks dünyasının güçlü temsilcisi Çarlık Rusyası’na devretti. Bu karar, Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Hem Katolik dünyası hem de Amerika bu durumdan rahatsız oldu; çünkü Rusya’nın Kudüs üzerindeki etkisi, Hristiyan dünyasında yeni bir güç dengesi doğurabilirdi.
Durumu yeniden değerlendiren Osmanlı yönetimi, bir süre sonra kutsal mekânların idaresini tekrar Katoliklere, yani Fransa’ya verdi. İşte bu gelişme, Çarlık Rusya’sı için bulunmaz bir bahane oldu. Rusya, bu gerekçeyi öne sürerek Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Rus orduları İstanbul kapılarına kadar ilerlediğinde, Avrupa’da dengeler yeniden sarsıldı. Bu noktada Almanya devreye girdi; savaşın büyümesini önlemek amacıyla tarafları Berlin’de bir barış toplantısına çağırdı.
Berlin’deki görüşmeler sonunda, İngiltere ve Fransa’nın diplomatik desteğiyle Rusya ikna edildi. Karşılığında, Bulgaristan’ı nüfuzu altına alarak savaşa son verdi. Fakat bu savaşın ardında, Avrupa devletlerinin Osmanlı coğrafyasına dair bakışında kalıcı bir değişim yaşandı. Artık Batılı güçler, Osmanlı Devleti ile yapılacak mücadelenin en etkili yolunun doğrudan askeri saldırılar olmadığını, Osmanlı tebaası içinde yaşayan Hristiyan unsurlar üzerinden yürütülen siyasî oyunlar olduğunu çok iyi anlamışlardı.
Bu farkındalık, sonraki yıllarda Osmanlı’nın iç düzenini sarsan pek çok hareketin arkasındaki temel motivasyon hâline geldi. Avrupa devletleri, “din ve inanç özgürlüğü” söylemini, aslında kendi çıkarlarını meşrulaştırmak için kullandılar. Her müdahale, “mazlum Hristiyan toplulukları koruma” iddiasıyla başlıyor, sonunda Osmanlı egemenliğini zayıflatmaya yönelik bir hamleye dönüşüyordu.
Sonuçta tarih bize açıkça gösteriyor ki; Osmanlı topraklarında “din hürriyeti” meselesi hiçbir zaman sadece inançlarla ilgili olmamıştır. Bu kavram, Batılı devletlerin Osmanlı yönetimi üzerinde baskı kurmak, nüfuz alanlarını genişletmek ve iç karışıklıkları körüklemek için kullandıkları bir araç hâline gelmiştir. Bu sürecin kapısını önce Amerika, ardından İngiltere ve Fransa aralamış; din üzerinden yürütülen bu politika, yüzyıllar boyu sürecek bir dış müdahale geleneğinin temelini oluşturmuştur.