.
19. yüzyılın ortalarından itibaren gerek Amerika Birleşik Devletleri gerek Avrupa’nın güçlü ülkeleri gerekse Rusya, Osmanlı coğrafyası üzerinde uzun vadeli ve kapsamlı hesaplar yapmaya başlamışlardı. Bu dönemde dünya siyasetinde belirleyici olan güç dengeleri hızla değişiyor, sanayi devrimini tamamlamış ülkeler hammadde kaynaklarına ve yeni pazar alanlarına yöneliyordu. Osmanlı toprakları hem jeopolitik konumu hem de barındırdığı zengin yeraltı kaynakları nedeniyle bu büyük güçlerin iştahını kabartıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu ise bu süreçte Avrupa’daki gelişmeleri maalesef ıskalamıştı. Batı’da yaşanan bilimsel ilerlemeler, teknolojik devrimler ve sanayi hamleleri, Osmanlı’da yalnızca uzaktan izleniyor, iç reformlar ise gecikmeli ve sınırlı kalıyordu. Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi yenileşme adımları atılmış olsa da eğitimden sanayiye kadar birçok alanda derin yapısal dönüşüm sağlanamamıştı. Özellikle yükseköğretim kurumlarının modernleşememesi, teknik bilgi eksikliği ve üretim teknolojilerinin gelişmemesi, imparatorluğu zamanla Avrupa karşısında savunmasız hale getirdi.
Bu dönemde Rusya ve Avrupa devletleri, artık koca bir imparatorluğun yavaş yavaş çöküş aşamasına girdiğinin farkındaydılar. Osmanlı topraklarında giderek artan milliyetçi ayaklanmalar, Balkanlar’daki kargaşa, ekonomik zafiyetler ve merkezi otoritenin zayıflaması, “Hasta Adam” yakıştırmasını haklı çıkarır nitelikteydi. Ancak Osmanlı coğrafyasını diğerlerinden farklı kılan en önemli unsur, yeraltı zenginlikleriydi. Özellikle Orta Doğu’daki petrol sahaları, 19. yüzyılın sonlarına doğru bütün dünyanın ilgisini çeken stratejik bölgeler haline gelmişti.
Petrol, o dönemde yeni keşfedilmekte olan bir enerji kaynağıydı ve sanayi devrimini yaşayan ülkeler için adeta “kara altın” anlamına geliyordu. Buhar gücüyle çalışan makinelerin yerini petrol türevleriyle çalışan motorlar almaya başlamış, ulaşım ve üretim sektörlerinde yeni bir çağ açılmıştı. Bu nedenle Osmanlı topraklarında bulunan petrol rezervleri, Avrupa devletlerinin gözünde büyük bir ekonomik ve askeri üstünlük fırsatıydı. İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler bu bölgelerde nüfuz elde etmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet halindeydiler. Rusya ise tarih boyunca sıcak denizlere inme hedefini sürdürürken, Orta Doğu ve Kafkasya hattında etkin olmanın yollarını arıyordu.
Bu güç mücadelesi, adım adım 1. Dünya Savaşı’na doğru giden sürecin temel taşlarını oluşturdu. Avrupa’nın büyük devletleri, görünürde ittifaklar kuruyor olsalar da perde arkasında birbirlerinin çıkar alanlarına müdahale etmekten çekinmiyorlardı. Her biri Osmanlı mirasından en büyük payı almak istiyor, haritalar masa başında yeniden çiziliyordu. Fakat hiçbir devlet, Orta Doğu’daki petrol alanlarını diğerine kaptırmak niyetinde değildi. Bu topraklar, sadece enerji kaynağı değil, aynı zamanda dünya hakimiyetinin anahtarı olarak görülüyordu.
Amerika Birleşik Devletleri ise bu süreçte görece temkinli bir politika izledi. Henüz Avrupa’nın doğrudan çatışmalarına girmek istemeyen Washington yönetimi, uzaktan gözlem yapmayı tercih etti. Ancak Amerika’nın da hedefi açık ve netti: Osmanlı topraklarındaki petrol rezervlerini kontrol altına almak. Bu nedenle İngiltere ve Fransa’yla stratejik yakınlık kurarak, Rusya’nın Orta Doğu’daki etkisini sınırlamaya çalıştı.
Osmanlı Devleti’nin bu karmaşık güç oyununa direnebilmesi artık neredeyse imkânsız hale gelmişti. Yüzyıllardır süren savaşlar, iç isyanlar ve ekonomik darboğazlar imparatorluğu yorgun düşürmüştü. Askeri açıdan Avrupa devletleriyle kıyaslanamayacak derecede geri kalmış olan Osmanlı ordusu, teknolojik üstünlüğe sahip bu güçlerle baş edemedi. Dört bir yanı çevrilmiş, içte ise parçalanma sürecine girmiş bir imparatorluğun dağılması kaçınılmazdı.
Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı hem içsel zaafların hem de dış baskıların birleşimiyle şekillendi. Bir yandan reform ve modernleşme çabaları sürerken, diğer yandan emperyal güçlerin baskısı giderek arttı. 1. Dünya Savaşı, bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak patlak verdi ve Osmanlı toprakları savaş sonrası dönemde adeta paylaşım masasına yatırıldı.
Sınırlar yeniden çiziliyor, ulus devletler yükseliyor, enerji kaynakları ve stratejik bölgeler küresel siyasetin temel belirleyicisi haline geliyordu. Osmanlı’nın mirası üzerine kurulan bu yeni düzen hem Orta Doğu’nun hem de dünyanın yüzyıllar sürecek siyasi ve ekonomik dinamiklerini belirleyecekti.
Artık yeni bir dünya oluşuyordu…