.
XIX. yüzyıla girildiğinde Osmanlı Devleti, artık eski kudretinden uzaklaşmış, Avrupa’nın büyük güçlerinin baskı ve müdahaleleriyle yön tayin etmek zorunda kalan bir imparatorluk haline gelmişti. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere dönemin önde gelen Avrupa devletleri, Osmanlı üzerindeki etkilerini artırmak için sürekli rekabet halindeydiler. Devletin izlediği dış politika ise adeta denge arayışı üzerine kurulmuştu: Rusya’nın baskıları arttığında Osmanlı, Fransa ve İspanya’ya yakınlaşır; Fransa ve İngiltere’nin baskısı yoğunlaştığında ise bu kez Rusya’ya yaklaşarak nefes almaya çalışırdı. Bu hassas denge siyaseti, aslında imparatorluğun giderek artan dış bağımlılığının da bir göstergesiydi.
Bu durumun çarpıcı örneklerinden biri Kudüs meselesidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılan Kudüs, Hristiyan dünyası için kutsal addedilen mekânları barındırdığından özel bir statüye sahipti. Osmanlı, bu statüyü gözeterek şehrin dini mekanlarının idaresini Fransa’ya bırakmıştı. Ancak Sultan II. Abdülhamid döneminde Çarlık Rusya’sı, bu kutsal mekanların yönetiminin Rus Ortodoks Patrikhanesi’ne verilmesini talep etti. Osmanlı bu isteği kabul etmediği takdirde savaşla tehdit ediliyordu. Kudüs meselesi, aslında sadece dini bir çekişmeden ibaret değildi; arkasında büyük güçlerin Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını ve stratejik bölgelerini ele geçirme arzusu yatıyordu.
Rusya’nın tehditleri karşısında İngiltere ve Fransa, Osmanlı’ya bu talebe kesinlikle boyun eğmemesi gerektiğini, aksi halde büyük bir tehdit ile karşılaşacağını açıkça bildirdiler. Fakat Osmanlı’nın bu desteğe rağmen Rusya’ya direnmesi mümkün olmadı. Nihayetinde Rusya, isteğinin reddi üzerine Osmanlı’ya savaş açtı. Savaş kısa sürede Osmanlı aleyhine gelişti; Rus orduları Balkanları aşarak Yeşilköy’e kadar ilerledi ve adeta İstanbul’un kapısına dayandı. Başkentin düşmesi an meselesiydi.
Tam bu noktada Almanya devreye girdi ve Rusya’nın ilerleyişini durdurdu. Osmanlı, Çarlık Rusya’sıyla ağır şartlar içeren bir antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Bu tabloyu gören İngiltere, Fransa ve Almanya, Rusya’nın Osmanlı üzerindeki baskısını dengelemek için Berlin’de uluslararası bir konferans düzenlediler. Böylece Osmanlı ve Rusya, Berlin’e davet edildi. Berlin Antlaşması’yla, Yeşilköy’de Osmanlı’ya dayatılan ağır şartlar kısmen hafifletildi. Ancak bu durum Osmanlı için kalıcı bir kazanım olmadı; aksine, büyük devletlerin Osmanlı topraklarını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme gayretinin yeni bir aşamasını oluşturdu.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Gerek Çarlık Rusya’sı gerekse İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletleri, Kudüs’teki kutsal mekanları sadece bir bahane olarak kullanıyordu. Asıl amaç, Osmanlı topraklarında bulunan petrol alanlarını ve stratejik geçiş noktalarını ele geçirmekti. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren enerji kaynaklarının jeopolitik önemi giderek artmış, Osmanlı toprakları bu rekabetin merkezine oturmuştu. Bu nedenle Batılı devletlerin tümünün temel hedefi aynıydı: Osmanlı topraklarını paylaşmak ve petrol bölgelerini kontrol altına almak.
İşte bu şartlar altında Osmanlı yönetimi, Avrupa’nın sömürgeci politikalarına karşı çıkmanın ve bağımsız hareket etmenin yollarını arıyordu. Görülen tek çözüm, Avrupa dışında yeni bir güçle iş birliği yapmaktı. O dönemde yükselen ve henüz doğrudan Osmanlı toprakları üzerinde emperyal hedefler geliştirmemiş olan Amerika Birleşik Devletleri, bu anlamda cazip bir seçenek olarak ortaya çıkıyordu. Osmanlı, Avrupa’nın baskısını hafifletmek ve kendi varlığını sürdürebilmek için Amerika ile yakınlaşmayı tek çıkar yol olarak görmeye başlamıştı.