. 1923’ten Günümüze Dış Politikada Süreklilik ve Değişim  - Atilla Pak

1923’ten Günümüze Dış Politikada Süreklilik ve Değişim 


  • Oluşturulma Tarihi : 05.09.2025 10:53
  • Güncelleme Tarihi : 05.09.2025 10:53

Saygıdeğer okurlarımız selamlar,

Bu makalemi kaleme alırken yalnızca bir köşe yazarı değilim. Bir yanım tarihin karanlık dehlizlerinde Osmanlı’nın son nefeslerini, Lozan’ın masasında yükselen bağımsızlık iradesini, Dumlupınar’da toprağa düşen şehitlerin nefesini duyar. Bir yanım bugünün Amerika’sında, gazetelerin sütunlarında Türkiye hakkında yazılan satırları okur, her kelimenin ardında gizlenen hesabı sezmek ister. Bir yanım ise yıllardır gurbette, Türk diasporasının çabasını, acısını, sevinçlerini yaşar, o çabadan bir güç devşirir.

Benim için yazmak, yalnızca kaleme alınmış cümleler değil; tarihten devralınan hafızanın, bugünün gerçekleriyle birleşip geleceğe seslenmesidir. İşte bu yüzden bu yazıda, Atatürk’ün 1923’te çizdiği diplomasi vizyonunu, Cumhuriyet’in üzerinde oynanan oyunlarla yoğrulmuş tarihini ve bugünün çok kutuplu dünyasında Türkiye’nin yürüdüğü yolu birlikte ele alacağım. Çünkü bizim tarihimiz ne yalnız geçmişte kalır, ne de yalnız bugüne sıkışır, daima süreklilik içinde, milletimizin iradesiyle geleceğe akar.

Değerli okurlarımız,

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana dış politikamızın en temel ekseni bağımsızlık ve denge olmuştur. 1923’te Mustafa Kemal Atatürk, Lozan Antlaşması ile yalnızca yeni bir devletin sınırlarını değil, aynı zamanda dış politikasının temel ilkelerini de ortaya koydu. Atatürk’ün diplomasi mirası bağımsızlık, denge ve barışçı yönelim üzerine kurulmuştu. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, aslında Türkiye’nin başka devletlerin nüfuzu altında yaşamayacağı mesajıdır. Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması, tam bağımsızlık vizyonunun en somut adımıdır. 1920’lerde Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurulurken, Batı ile de dengeli diplomasi yürütüldü. Böylece genç Cumhuriyet büyük güçler arasında kendi yolunu bulabildi. Atatürk dış politikada maceracı değil, barışçıl bir çizgi benimsemişti. Misak-ı Milli sınırları esas alınmış, fetihçi değil koruyucu bir vizyon izlenmişti.

Aradan yüz yıl geçti. Bugünün Türkiye’sine baktığımızda, ABD basınında sık sık tartışıldığı gibi dış politikamız yine denge ve bağımsızlık kavramları etrafında şekilleniyor. Savunma sanayiinde dışa bağımlılığı azaltma çabaları, Lozan’da bağımsız ekonomik ve hukuki temellerin atılmasını hatırlatıyor. NATO üyesi olarak Batı’yla bağlarımız sürerken, Rusya ve Asya ülkeleriyle ilişkiler de geliştiriliyor. Bu yaklaşım, hem Sovyetler hem Batı ile aynı anda ilişki kurabilen Atatürk diplomasisini anımsatıyor. Türkiye bugün bölgesel krizlerde, Ukrayna’dan Gazze’ye, Suriye’den Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada arabulucu rol üstleniyor. Bu tutum, Atatürk’ün “savaş zorunlu olmadıkça cinayettir” sözünü uluslararası platformlarda yeniden anlamlandırıyor.
Tarihe baktığımızda şunu net görüyoruz. Osmanlı’nın son döneminden itibaren Anadolu’da isyanlar, dışarıdan beslenen ayrılıkçı hareketler hiç eksik olmadı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da farklı isimler ve örgütler altında Türkiye’yi içeriden zayıflatma çabaları sürdü. Bu örgütler çoğu zaman bir taşeron oldu. Yani görünen aktör başkaları, asıl yöneten derin ellerdi. 1915 olayları tarihî bir trajedi olarak yaşandı ama soykırım iddiası Batı’nın siyasî manipülasyon malzemesine dönüştü. Bugün ABD ve Avrupa’daki bazı siyasiler, kendi lobilerine göz kırpmak için bu yalanı kullanıyor. Oysa Osmanlı arşivleri de, savaşın olağanüstü şartları da ortadadır. Bu meselenin sürekli gündeme getirilmesi, aslında Türk milletinin moralini kırma ve diplomatik baskı oluşturma girişimidir. Tanzimat’tan bu yana “Anadolu parçalanıyor” senaryoları hep masada oldu. 19. yüzyılda İngiltere’nin “Şark Meselesi” dediği şey, aslında bugünkü “Orta Doğu dizaynı”nın atasıdır. Haritalar çizildi, planlar yapıldı, ama Türk milleti her defasında bu oyunları bozdu. Cumhuriyet’in 1923’te ortaya koyduğu Misak-ı Milli ise bu oyunlara verilen en net cevaptır.

Bütün bu tarihî sürekliliğe baktığımızda benzerlikler ve farklılıklar açıkça görülür. Her iki dönemde de esas olan bağımsızlık ve kendi kararını verebilme iradesidir. Farklılık ise Atatürk dönemi yeni kurulmuş bir devletin güvenlik ve tanınma mücadelesiydi. Günümüzde ise Türkiye, küresel bir aktör olarak çok daha karmaşık ilişkiler yürütmek zorundadır.

Bizler Amerika’daki Türk toplumu olarak şunu bilmeliyiz. Atatürk’ün 1923’te ortaya koyduğu bağımsız, dengeli ve barışçı dış politika çizgisi bugün hâlâ ülkemizin ana pusulasıdır. ABD basınında çıkan her övgü ya da eleştiri, aslında bu çizginin etkisini kabul ettiklerinin göstergesidir. Tarih bize gösteriyor ki, Cumhuriyet’in kurucu lideri Atatürk nasıl tam bağımsızlık ilkesini esas aldıysa, bugünün Türkiye’si de aynı mirasın devamını farklı koşullarda sürdürmektedir.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” şiarı, sadece bir söz değil, geçmişten geleceğe uzanan bir diplomasi vizyonudur.
Bu vesileyle, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı bir kez daha gurur ve minnetle anıyoruz. 1922’de Dumlupınar’da kazanılan o büyük zafer, sadece bir askeri başarı değil, aynı zamanda bağımsızlık iradesinin tüm dünyaya ilanıydı. O gün atılan adım, bugün hâlâ Türkiye’nin dış politikasındaki kararlılığın ve özgüvenin kaynağıdır. Zaferi bize armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını rahmet, minnet ve şükranla anıyor; onların emanet ettiği Cumhuriyeti aynı ruh ve aynı kararlılıkla geleceğe taşımaya söz veriyoruz.

Selam ve saygılarımla,

1923’ten Günümüze Dış Politikada Süreklilik ve Değişim 
Atilla Pak
Yazarımız Kim ?

Atilla Pak