.
Saygıdeğer okurlarımız selamlar,
Tarih bazen savaş meydanlarında, bazen de diplomasi masalarında yazılır. Bugün yaşadığımız dönem ise her iki sahneyi bir arada barındırıyor. Birleşmiş Milletler kürsüsünde Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın Filistin ve Keşmir konusunda söylediği sözler, yüz yıl önce Lozan’da bağımsızlık için verilen mücadelenin bugünkü yankısıdır. Ardından gelen Erdoğan–Trump görüşmesi ise yalnızca bir diplomatik buluşma değil, aslında geleceğin senaryolarını şekillendiren kritik bir pazarlık masasını işaret ediyor.
Bu görüşmeye farklı açılardan bakıldığında karşımıza iki tablo çıkıyor. İktidar kanadı, bu görüşmeyi “Türkiye’nin yeniden oyun kurucu” konumunu teyit eden bir gelişme olarak görüyor. F-35 programına dönüş ihtimali, ticaret hacminin artırılması, enerji alanında yeni iş birliği kanallarının açılması birer kazanım olarak yorumlanıyor. Türkiye’nin aynı anda hem ABD ile hem de Rusya ile temas halinde olması “çok boyutlu diplomasinin başarısı” diye anlatılıyor.
Muhalefet ise aynı tabloya başka yerden bakıyor. Görüşmede konuşulan F-35 ve enerji başlıklarını “gizli tavizlerin habercisi” olarak okuyor. ABD’nin Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırma çabası, Ankara’nın yeni bir bağımlılığa sürüklenmesi olarak değerlendiriliyor. S-400 meselesinin çözülememiş olması, güvenlik politikasındaki zikzakların kanıtı sayılıyor. Onlara göre Ankara, sürekli yeni pazarlıklarla sıkıştırılıyor ve uzun vadeli vizyon bulanıklaşıyor.
Bu iki bakışın ötesinde, bizlere düşen görev hakikati görmek ve dile getirmektir. Türkiye gerçekten bir kıskaç altındadır. Bir yandan enerji için Rusya’ya bağımlı, öte yandan güvenlik ve ticaret başlıklarında ABD’nin baskısı altında. Bir yandan Orta Doğu’da arabulucu rolü oynuyor, öte yandan küresel güçlerin hesaplarında adı geçiyor. Burada mesele, yalnızca iktidarın anlattığı başarıların ya da muhalefetin dile getirdiği kaygıların ötesindedir. Asıl mesele, Türkiye’nin tam bağımsızlık ruhunu her alanda tahkim edip edemeyeceğidir.
Türkiye’nin önüne konulan dosyalara baktığımızda tablo daha netleşiyor. Heybeliada Ruhban Okulu meselesi, kültürel bir özgürlük tartışması gibi görünse de aslında uluslararası siyasette kullanılan bir baskı aracıdır. Halkbank davası, yargı süreci maskesi altında ekonomik bir şantajdır. ABD’nin ticari yaptırımları, doğrudan ekonomimizi hedef alan ve milyarlarca dolarlık kayıplar yaşatan siyasi kararlardır. Rusya’dan alınan enerji, Ankara’yı Moskova’ya bağımlı kılarken, Washington’un baskısını artırmaktadır. CAATSA yaptırımları ise Türkiye’nin bağımsız savunma politikasına verilen en sert yanıttır. Bu beş başlık, aslında tek bir zincirin halkalarıdır.
Bugün baskılar büyük, senaryolar karmaşık görünebilir. Ama Türkiye’nin elinde yüzyılların süzgecinden geçmiş köklü bir devlet tecrübesi vardır. Bu tecrübe, masa başında yazılan planların, sokakta kurulan tuzakların, ekonomide açılan gediklerin üstesinden gelebilecek kadar derindir. Ancak bu tecrübe bugünün iktidarlarının attığı adımlarla hayat bulur. Doğru kararlar, bu gücü bir kalkan gibi milletin üzerine gerer. Yanlış adımlar ise aynı gücü kırılgan hale getirebilir. İşte bu yüzden her dönemde yönetenler kadar yönetilenler de dikkat kesilmeli, yapılan tercihler yalnızca günü değil, geleceği de şekillendirdiğini bilmelidir.
Buradan biz Türk-Amerikalılara da önemli bir sorumluluk düşüyor. 1915 olaylarının sürekli siyaseten “soykırım” iddiasıyla gündeme getirilmesi, bunun en çarpıcı örneğidir. ABD ve Avrupa’daki bazı siyasetçiler, bu konuyu kendi lobilerine göz kırpmak için kullanıyor. Oysa biz, bulunduğumuz ülkede çocuklarımıza ve çevremize hakikati anlatacak kadar donanımlı olmalıyız. Üniversitelerde, medyada, siyasette ve günlük hayatta doğruyu dile getirecek kadar bilinçli bir diaspora, Türkiye’nin en büyük güvencesidir. Eğer biz kendi çocuklarımıza hakikati öğretmezsek, başkalarının yalanları onların zihnini doldurur.
Tehlikeler büyük, oyunlar karmaşık olabilir. Ama milletimizin hafızası, devletimizin tecrübesi ve diasporamızın gayreti birleştiğinde hiçbir kıskaç bu milleti teslim alamayacaktır.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” yalnızca bir ideal değil, ayakta kalmanın en sağlam kalkanıdır. Sulhu korumak güçlü bir devlet, diri bir millet ve bilinçli bir diaspora ister. Bizim görevimiz geçmişi unutmamak, bugünü doğru okumak ve geleceğe hazırlıklı olmaktır.
Selam ve saygılarımla.